—Kimi insanlar karanlıkta doğar ama aydınlığı seçer. Çünkü ışık, onların içinde susmayı bırakmaz.

Kael…
Adı önce fısıltılarla yayıldı. Ardından yankıya dönüştü. Sonra kılıçlara kazındı.
Ve nihayet, düşmanın bile adını andığında tereddütle nefes aldığı bir kahraman oldu.

Ama o kendine hiçbir zaman kahraman demedi. O sadece yürüdü.
Ölümün hüküm sürdüğü yerlere…
Karanlığın kök saldığı topraklara…
Çocukların ağladığı, anaların sustuğu, göğün utandığı yerlere…

Çünkü o bir yemin etmişti.
Henüz on iki yaşındayken, ailesini bir iblis tarikatının alevlerinde kaybetmişti. Gözlerinin önünde kavrulan bedenlerin çığlıkları hâlâ rüyalarında yankılanır. O gün, kendi elleriyle küller arasında bulduğu paslı bir hançeri alıp kalbine bastı:
“Karanlık her neredeyse, ben de oradayım. Her kötülüğü sökene dek gözüm dinlenmeyecek.”

Yıllar geçtikçe Kael, yalnızca bir savaşçıya değil; bir simgeye dönüştü. Düşmanlarının onun için kullandığı bir lakap vardı: “Gölgeleri Yararak Gelen”
Çünkü o, gecenin içinden yürüyüp şafağa ulaşırdı.
Kılıcı, sıradan bir metal değildi. “Fırtına Kesen” adı verilen bu silah, kendi nefesini tutan bir çelik parçası gibiydi. Hışırtısıyla bile düşmana gözdağı verirdi. Sapı, meşe ağacından oyulmuş; üzerinde ailesinin kömürle dağlanmış simgeleri vardı. Asla parlatılmaz, asla gösterilmezdi. Çünkü Kael için gösteriş değil, gerçek yaralar konuşurdu.

Peki ya Kael’in kendisi?
O da kılıcı kadar vakur, ama içinde derin yarıklar taşıyan bir dağ gibiydi.

Boyu uzun, duruşu dimdikti. Sırtı hep yük taşımış gibi hafifçe eğikti ama gururundan değil; geçmişin ağırlığındandı. Omuzları genişti, ama o genişlikte bir tek sükûnet taşırdı. Zırhı sadeydi, ama üzerinde sayısız kesik izleri vardı —her biri ayrı bir savaşın sessiz anıtı.

Yüzü…
Savaşla yoğrulmuş bir yüzdü. Sağ kaşının kenarında, çocukken aldığı bir darbenin izi hâlâ dururdu. Burnu düz değil, hafifçe sağa kaymıştı. Yüz hatları sertti, ama gözleri… işte orada bir kırılganlık gizliydi.
Kael’in gözleri ne tamamen siyahtı ne de kahverengi…
Karanlıktan çıkmış, ama ışığa dönmüş kömür parçaları gibi bir renk.
İçinde geçmişin külleri ve geleceğin isyanı vardı.

Saçları koyu kestaneydi, omzuna kadar uzanırdı ama genellikle ensede bir deri iplikle bağlardı. Sakalı düzensizdi; çünkü onun için zaman bir düşmanla daha fazla yüzleşmek demekti, ayna karşısında oyalanmak değil.

Konuştuğunda sesinden gecenin tonları dökülürdü. Derinden, yavaş ve düşündürerek konuşurdu. Her kelimesi sanki bir karar gibi ağırdı. O konuşurken herkes susardı. Çünkü Kael, boş konuşmazdı. Bir şey söylüyorsa, o şey ya bir gerçeği parçalardı ya da bir yüreği.

Ve Elora’yı ilk gördüğünde, işte bu yürek ilk kez titredi.

Onu uzaktan gördü. Elleri eldivenli, gözleri gökyüzüne dönük, yanından geçerken bile rüzgârın yönünü değiştiren bir kız…
Elora.

Kael, onu ilk kez bir tepenin yamacında, yalnız bir ağacın altında, bir çiçeğe bakarken gördü.
Dokunmuyordu. Sadece bakıyordu. Ama öyle bakıyordu ki, o çiçek solmuş gibiydi.
Ve Kael anladı: Bu kız, dışarıdan bakıldığında sessizdi… ama içinden bir ordu geçiyordu.

O günden sonra Kael’in kalbindeki bütün savaşlar sustu. Çünkü artık içinde yeni bir cephe açılmıştı: Sevgi.
Ama bu sevgi, kolay kazanılacak bir savaş değildi.
Çünkü düşman, Elora’nın elleriydi.
Ve silah… yalnızlıktı.

Kael, yine de geri adım atmadı. Çünkü o güne kadar hep karanlığı öldürmüştü. Ama şimdi… içindeki en derin korkuyu ilk kez hissediyordu:
Sevdiği kadının kendisine dokunamaması. Ama kader oynamayı severdi.
Ve oyun henüz yeni başlamıştı.