Elora Lanetten doğmuş, sevdiği her şeyi elleriyle yok eden genç bir kadın. Dokunamadan büyümüş, yalnızlığın karanlığında umut aramış bir ruh. Gözlerinde altın renkli bir hüzün, yüreğinde yanmadan sevmeyi öğrenmiş sessiz bir isyan var.
Kael Kayıplarla yoğrulmuş bir savaşçı. Yemin ettiği yolda kötülüğe karşı tek başına yürümüş, ama Elora’nın sessizliğinde kendi huzurunu bulmuş bir adam. Dokunamasa da sevmiş, sevdiği için hiç düşünmeden yanmayı seçmiş.
Serenya Elora’nın annesi. Gümüş zırhı ve ışıkla yoğrulmuş yüreğiyle tanrılara bile meydan okuyan kudretli bir savaşçı. Aşkı kadar ölümü de destanlara konu olmuş bir kutsal ana.
Aereth Elora’nın babası. Altın miğferi ve gölgeleri yaran kılıcıyla adaletin son siperlerinden biri. Serenya’ya olan aşkı, savaş meydanlarını bile susturmuş bir kudret. Laneti kabullense de kızına düşen kaderi değiştirememiş bir baba.
Zoratheia Karanlığın kraliçesi, büyünün en uğursuz hali. Yalnızca kötülüğü değil, umudu da söndüren kadim bir varlık. Ölürken bile bir lanet fısıldayarak Elora’nın kaderini mühürlemiş.
—En büyük fedakârlık, sevgiyi yaşatmak için kendini yakmaktır.
Bir ilkbahar sabahıydı. Gökyüzü pürüzsüzdü. Deniz kıyısında hafifçe dans eden serin rüzgâr, çiçeklerin kokusunu taşırken güneş, usulca Kael ve Elora’nın üzerine düşüyordu. Yanlarında sepet… içinde sade yiyecekler, birkaç eski kitap, ve tabii ki bir dal parçası. Beraber yürürken o dalı tutuyorlardı yine. İki âşık, bir dokunuşun bile haram sayıldığı bir dünyada, elleri değil ama kalpleri birleşmişti çoktan.
Elora, başını Kael’in omzuna dayayamasaydı da… Onun yanında susabilmeyi bir mutluluk sayıyordu. Ve Kael, o suskunluğu hayatının en güzel ezgisi gibi dinliyordu. Zaman durmuş gibiydi. Sanki dünya, bu iki ruh için bir günlüğüne savaşmayı bırakmıştı.
Ama kötülük, her zaman sabırla bekler. Gölge, ışığın huzurunda da büyüyebilir.
Kael’i uzun süredir takip eden düşmanları, onu yalnız bir adam sanıyordu. Ama artık Elora vardı. Ve onu korumak için Kael’in vereceği tepkiyi… hesaba katmamışlardı. Pusu tam bir zekâ ürünüydü. İki âşığın en savunmasız olduğu anda, o huzurlu günde… …bir anda gökyüzü karardı.
Çalıların ardından çıkan savaşçılar… oklar, kılıçlar, zehirli bıçaklar… Kael ilk darbeyi yediğinde gözleri Elora’yı aradı. “Kaç,” dedi yalnızca. Ama Elora kaçmadı. O lanetli ellerini kılıca uzatmak istedi. Ama dokunamadı.
Savaş başladı. Kael’in vücudu kısa sürede yaralarla doldu. Ama her bir yara, onu daha da güçlü kılıyordu. Çünkü Elora arkasındaydı. Ve sevgi, onun en keskin kılıcıydı.
Uzun süren çarpışmalardan sonra, düşmanlarının çoğu yere serildi. Ama üç kişi kalmıştı. Ve onlar, onurlarını kaybetmişti.
Elora’yı arkadan yakaladılar. Kael tam dönecekken… bir çığlık. Elora, uçurumun kenarına sürüklendi. Ve sonra… boşluğa itildi.
Ama kader, ona tam düşmesine izin vermedi. Elora, bir kayaya tutundu. Parmak uçları taşlara kenetlendi. Ayakları boşlukta, yüreği Kael’deydi.
Kael, her şeyi unuttu. Yaraları yoktu artık. Acı, bedeninde değil, kalbindeydi. Koştu. Öyle bir haykırdı ki… Rüzgâr yönünü değiştirdi.
Elora’nın yanına geldi. Göz göze geldiler.
“Elini verme,” dedi Elora. “Kael… lütfen. Beni kurtarma. Ölme.” Ama Kael’in gözleri artık konuşmuyordu. Onlar… vedalaşıyordu.
Ve o an… Elini uzattı. Elora’nın lanetli, yakıcı ellerini tuttu. Ve onu yukarı çekti.
O an… Sessizlik. Sonra… Duman.
Kael’in teni kavrulmaya başladı. Elora çığlık attı. Ellerini çekmeye çalıştı. Ama Kael bırakmadı.
Onu yukarı çektikten sonra, ayakta durdu. Titredi. Ve sonra, yere diz çöktü.
“Elora…” dedi. “Son anımda… seni görüyorum.” “Gözlerin… bana cenneti gösteriyor.” “Ben korkmuyorum.” “Çünkü ölmek değil bu…” “Artık sana bakamayacak olmak.”
Elora ağlıyordu. Gözyaşları Kael’in yanağına damlıyordu. Her damla… onun küle dönüşmesini hızlandırıyordu. Ama Kael gülümsüyordu.
“Beni sevdiğin için teşekkür ederim,” dedi. “Dokunamasak da… birlikteydik. Bu bana yeter.”
Son sözü bir fısıltıydı: “Seninle yaşadığım her an, ölmeye değerdi.”
Ve Kael… Elora’nın ellerinde… küle dönüştü.
O günden sonra, Elora kimseyle konuşmadı. Kael’in küllerini, en yüksek tepedeki bir ağacın altına gömdü. Her gün, aynı dal parçasını eline alıp o ağacın gölgesinde oturdu. Dokunamadı. Ama baktı.
Ve bazen, gökyüzüne dönerken gözleri… Kael’i tekrar göreceğini düşünür gibi, bir anlığına gülümsedi. Ama sonra o da sustu. Çünkü bazı aşkların sonu… bir suskunluktur.
—Dokunamıyorsan sevmek kolay değildir… Ama seviyorsan, dokunmaya gerek yoktur.
Kael, Elora’nın çevresinde rüzgâr gibi dolaşmaya başladı. Onu izledi, onunla yürüdü, bazen sadece gölgesine eşlik etti. Ve Elora, önce korktu. Çünkü alışık değildi yaklaşılmaya. İnsanlar ondan ya uzak durur ya da arkadan dua fısıldarlardı. Ama Kael farklıydı. O, korkmuyor… bekliyordu.
Günlerden bir gün, Elora manastırın bahçesinde yalnız otururken Kael sessizce yanına geldi. Elinde ince, kuru bir dal parçası vardı. Onun yanına oturdu ve dalın bir ucunu Elora’ya uzattı: “Ellerini tutamam biliyorum,” dedi. “Ama belki bunu birlikte tutabiliriz.”
Elora önce gözlerine baktı. Gözlerinde ne acıma, ne merhamet vardı. Sadece kalmak isteyen bir adamın inadı vardı. Ve o gün… o ilk dokunuş gerçekleşti. Birbirlerinin ellerine değil, aynı dal parçasına dokundular. İnce bir şeydi bu. Ama Elora’nın kalbine yıllardır ilk kez bir sıcaklık aktı.
Zaman böyle geçti. El ele değil, dal ucu uca yürüdüler. Gölgelerinin bile birbirine değmediği günler yaşandı. Ama içten içe… her şey değişiyordu.
Kael ona hikâyeler anlattı. Savaştığı diyarları, kurtardığı çocukları, kaybettiği dostları… Ve Elora ilk kez gülümsedi. Kael o gülümsemeyi gördüğünde dizlerinin bağı çözüldü. Çünkü o gülümseme, karanlığın içindeki en aydınlık şeydi. Ve yalnızca ona aitti.
Elora da Kael’e kendi hikâyesini açtı. Dokunamadan sevmenin nasıl bir azap olduğunu, birine yaklaşmaya çalıştıkçakendi lanetinin geri ittiğini anlattı. Kael sadece dinledi. Yargılamadı. Tavsiye vermedi. Çünkü bazı acılar, sadece duyulmak ister.
Birlikte çiçekleri izlediler. Kuşları saydılar. Ve günlerden bir gün, Kael ona bir kavanoz içinde minik bir çiçek getirdi. “Bu çiçek sana dokunamaz,” dedi. “Ama sen onu görebilirsin. Bu da bir bağ kurmaktır.” Ve o çiçek, Elora’nın yatağının başucunda günlerce solmadı.
Geceleri göğe baktılar. “Orada annemle babam var,” dedi Elora. Kael başını eğdi. “Artık onlar da beni tanır,” dedi. “Çünkü seni sevdiğimi biliyorlar.”
Ve evet… Elora seviyordu artık. Kael’in sesini bekliyordu sabahları. Gözlerinin içini arıyordu konuşurken. Dokunamasa da, onunla yan yana durduğunda dünya daha az sessiz geliyordu.
Onlar için sevgi, bir kelime değildi. Bir dal parçasıydı. Bir bakış, bir duruş, bir suskunluktu. Ve bazen… sadece aynı anı birlikte yaşamak bile yetiyordu.
Ama Elora’nın kalbinin bir köşesinde hep o sızı vardı: “Bir gün bana dokunmak zorunda kalırsa… ve ölürse…”
İşte bu düşünce, her gece Elora’nın yorganının altında gizlice ağlamasına neden olurdu. Kael’in ellerini tutmak istemiyordu sadece… Onu hayatta tutmak istiyordu.
Kael ise bu sızıyı biliyor, ama hiçbir zaman bahsetmiyordu. Çünkü o, Elora’ya umut olmak istemişti; endişe değil. Aşkları büyüdü. Ama her aşk gibi, onlarınki de… sınanacaktı.