
—Ellerin öldürse bile, gözlerin hâlâ umut taşıyorsa, sen hâlâ insansındır.
Elora…
Adı fısıldandığında bile rüzgâr yavaşlardı. Çünkü o, kaderin bütün ihtimallerini bir tek gerçeğe hapseden bir varlıktı: Yalnızlık.
Dünyaya gözlerini açtığında, annesiyle babası çoktan birer yıldız olmuştu gökyüzünde. Geriye yalnızca yanık zırh parçaları, kılıç sapları ve efsaneler kalmıştı. Elora’ya kalan ise, lanetin soğuk nefesiydi.
Onu büyütenler, bir manastırın keşişleriydi. Elini kimseye değdirmemesi için özel eldivenlerle dolaştırdılar. O daha emeklerken, başparmağıyla bir kelebeğe dokunduğunda kanatlarının nasıl kavrulup yok olduğunu gören keşişler, gözyaşlarını sessizce yutmuştu. Elora ağlamamıştı o an. Çünkü ne olduğunu anlamamıştı. Ama yıllar geçtikçe, her temasın ardından gelen sessizlikleri, çığlık kadar iyi tanıyacaktı.
Ve sonra… gözleri büyüdü. Büyüdü ama hiç çocuk kalamadı.
Elora, güzelliğin trajik hâliydi. İnce ve uzun yüz hatlarında annesinin zarafeti, kaşlarının altında babasının kararlılığı vardı. Saçları göğsüne kadar inen ve geceyle yarışan bir siyahlıktaydı. Ama o saçların arasında, güneş her zaman kaybolmuş gibi dururdu. Teninde soluk bir mermer beyazlığı vardı —sanki güneş onu hiçbir zaman tam sevmemişti. Dudakları inceydi, ama konuşmadığı sürece kimse onların varlığını anlamazdı. Çünkü Elora, konuşmaktan çok susmaya meyilliydi.
Ama gözleri…
Gözleri öyle bir altınla bezenmişti ki, bakan herkes sanki içinde kaybolur sandı. O gözlerde annesinin son duası, babasının son bakışı, lanetin ilk yankısı vardı. Sarı değil, kehribar değil… ama sanki tanrılar “ışık” denen şeyi iki küçük küreye hapsetmişti de, Elora’nın göz çukurlarına yerleştirmişti. Ama o gözlerde sürekli bir suçluluk taşınırdı. Çünkü neye baksa, içten içe özür dilemeye hazır gibiydi.
Elora’nın yürüyüşü bile ürkekti. Parmak uçlarında gezerdi manastırın taş koridorlarında. Sanki toprağa bile fazla bastığında bir şey ölecekmiş gibi hissederdi. Bu yüzden onun adımları asla iz bırakmazdı.
Çocukken çiçekleri çok severdi. Onlara uzaktan bakar, isimlerini öğrenirdi. Lâtince adlarını tek tek ezberlerdi. Ama dokunmazdı. Çünkü denemişti. Bir gün… bir yaprağa sadece ucuyla dokunmuştu. Ve o yaprak, içten içe kararıp kıvrılmıştı. Sanki utançtan içine kapanmıştı.
Bu yüzden Elora sevmeyi öğrenmeden, sevmekten korkmayı öğrendi.
Ona anne ve babasını anlatan çok oldu. Ozanlar geldi, diyarlardan.
Derlerdi ki; Serenya bir seher vakti düşman ordularını tek başına dağıtmıştı. Bir yıldırım gibi inmişti savaş alanına. Altın zırhı, sabah güneşini kıskandıracak kadar parlaktı.
Aereth ise efsaneler arasında “gölgeleri biçen” olarak anılırdı. Karanlık ne zaman çökerse, onun kılıcı o karanlıktan bir yol açardı. Onlar birlikte savaşa çıktığında, ozanlar bile lütfedip susardı. Çünkü kelimeler yetmezdi o ikiliyi anlatmaya.
Birlikte dövüştüklerinde şarkılar yazıldı. Lirikler, lejandlar, balatlar… Bazı diyarların çocukları ninnilerinde onların isimlerini fısıldardı.
Ama Elora…
Ne annesinin zırhını giyebildi.
Ne babasının kılıcını kaldırabildi.
Ne de onların izinde yürüyebildi.
Çünkü onun elleri, ölümdü.
Ve halk…
Ona karışık duygularla baktı. Bazıları korktu. “Cadının laneti,” dediler.
Bazıları acıdı. “Zavallı çocuk,” dediler.
Ama kimse yaklaşmadı. Kimse gerçekten sevmedi. Çünkü sevgi, dokunmak ister. Ve Elora’nın dünyasında, dokunmak… bir ayrılıktı.
Yine de Elora her gece göğe bakardı. Orada, anne ve babasının yıldızlara dönüştüğüne inanırdı.
Ve bazen rüzgâr fısıldar gibi olurdu: “Kızım…”
Gözlerini kapar, saçlarını savurur, sessizce beklerdi.
Belki bir gün, bir mucize olur da… o yıldızlardan biri yere inerdi.
Belki… ellerine zarar vermeden bir kalbe dokunabilirdi.
Belki. Ama o gün çok uzaktaydı.
Henüz yalnızlık, Elora’nın en yakın yoldaşıydı.
Ve kaderin kalemi, daha mürekkebe batırılmamıştı.