—En büyük fedakârlık, sevgiyi yaşatmak için kendini yakmaktır.

Bir ilkbahar sabahıydı.
Gökyüzü pürüzsüzdü. Deniz kıyısında hafifçe dans eden serin rüzgâr, çiçeklerin kokusunu taşırken güneş, usulca Kael ve Elora’nın üzerine düşüyordu.
Yanlarında sepet… içinde sade yiyecekler, birkaç eski kitap, ve tabii ki bir dal parçası.
Beraber yürürken o dalı tutuyorlardı yine.
İki âşık, bir dokunuşun bile haram sayıldığı bir dünyada, elleri değil ama kalpleri birleşmişti çoktan.

Elora, başını Kael’in omzuna dayayamasaydı da…
Onun yanında susabilmeyi bir mutluluk sayıyordu.
Ve Kael, o suskunluğu hayatının en güzel ezgisi gibi dinliyordu.
Zaman durmuş gibiydi.
Sanki dünya, bu iki ruh için bir günlüğüne savaşmayı bırakmıştı.

Ama kötülük, her zaman sabırla bekler.
Gölge, ışığın huzurunda da büyüyebilir.

Kael’i uzun süredir takip eden düşmanları, onu yalnız bir adam sanıyordu.
Ama artık Elora vardı. Ve onu korumak için Kael’in vereceği tepkiyi… hesaba katmamışlardı.
Pusu tam bir zekâ ürünüydü.
İki âşığın en savunmasız olduğu anda, o huzurlu günde…
…bir anda gökyüzü karardı.

Çalıların ardından çıkan savaşçılar… oklar, kılıçlar, zehirli bıçaklar…
Kael ilk darbeyi yediğinde gözleri Elora’yı aradı.
“Kaç,” dedi yalnızca. Ama Elora kaçmadı.
O lanetli ellerini kılıca uzatmak istedi.
Ama dokunamadı.

Savaş başladı.
Kael’in vücudu kısa sürede yaralarla doldu. Ama her bir yara, onu daha da güçlü kılıyordu.
Çünkü Elora arkasındaydı.
Ve sevgi, onun en keskin kılıcıydı.

Uzun süren çarpışmalardan sonra, düşmanlarının çoğu yere serildi.
Ama üç kişi kalmıştı.
Ve onlar, onurlarını kaybetmişti.

Elora’yı arkadan yakaladılar.
Kael tam dönecekken… bir çığlık.
Elora, uçurumun kenarına sürüklendi.
Ve sonra… boşluğa itildi.

Ama kader, ona tam düşmesine izin vermedi.
Elora, bir kayaya tutundu.
Parmak uçları taşlara kenetlendi. Ayakları boşlukta, yüreği Kael’deydi.

Kael, her şeyi unuttu.
Yaraları yoktu artık.
Acı, bedeninde değil, kalbindeydi.
Koştu. Öyle bir haykırdı ki…
Rüzgâr yönünü değiştirdi.

Elora’nın yanına geldi.
Göz göze geldiler.

“Elini verme,” dedi Elora. “Kael… lütfen. Beni kurtarma. Ölme.”
Ama Kael’in gözleri artık konuşmuyordu.
Onlar… vedalaşıyordu.

Ve o an…
Elini uzattı.
Elora’nın lanetli, yakıcı ellerini tuttu.
Ve onu yukarı çekti.

O an…
Sessizlik.
Sonra…
Duman.

Kael’in teni kavrulmaya başladı.
Elora çığlık attı. Ellerini çekmeye çalıştı. Ama Kael bırakmadı.

Onu yukarı çektikten sonra, ayakta durdu.
Titredi.
Ve sonra, yere diz çöktü.

“Elora…” dedi.
“Son anımda… seni görüyorum.”
“Gözlerin… bana cenneti gösteriyor.”
“Ben korkmuyorum.”
“Çünkü ölmek değil bu…”
Artık sana bakamayacak olmak.

Elora ağlıyordu.
Gözyaşları Kael’in yanağına damlıyordu.
Her damla… onun küle dönüşmesini hızlandırıyordu.
Ama Kael gülümsüyordu.

“Beni sevdiğin için teşekkür ederim,” dedi.
“Dokunamasak da… birlikteydik. Bu bana yeter.”

Son sözü bir fısıltıydı:
“Seninle yaşadığım her an, ölmeye değerdi.”

Ve Kael…
Elora’nın ellerinde…
küle dönüştü.

O günden sonra, Elora kimseyle konuşmadı.
Kael’in küllerini, en yüksek tepedeki bir ağacın altına gömdü.
Her gün, aynı dal parçasını eline alıp o ağacın gölgesinde oturdu.
Dokunamadı.
Ama baktı.

Ve bazen, gökyüzüne dönerken gözleri…
Kael’i tekrar göreceğini düşünür gibi, bir anlığına gülümsedi. Ama sonra o da sustu.
Çünkü bazı aşkların sonu…
bir suskunluktur.