—Tanrıların bile başını çevirdiği, karanlığın kutsandığı o gün…
Dağların kemikleri çatlamıştı o sabah. Gök, üst üste çökmüş bulutlardan örülmüş kara bir kefeni anımsatıyordu. Rüzgârlar yönünü şaşırmış, toprağın damarlarında isyanla dolaşıyordu. Karanlık, yıllar boyu derinliklerde büyüyen bir tümör gibi, artık yüzeye taşmak üzereydi.

İşte o gün, kadim zamanlardan beri yalnızca efsanelerde bahsi geçen Zoratheia —ölümün ruhuyla ant içmiş, ışığı tırnaklarının arasında ezen büyücü kraliçe— yer altından yükseldi. Onun gelişiyle birlikte doğa susmuştu. Ne kuşlar ötmüş, ne rüzgâr bir yaprağı kımıldatmıştı. Yaşam nefesini tutmuştu. Çünkü o, sadece kötülüğü getirmiyor; umudu da tüketiyordu.

Ve işte tam da bu anda, göğün en kudretli yıldırımları iki bedenin üzerine düştü. Biri altın zırhı gece kadar kara saçlarıyla sarmalanmış Aereth, diğeri gümüş miğferin altındaki gözleriyle gökyüzüne karşı duran Serenya’ydı. Onlar… Elora’nın anne ve babasıydı.

Soylu krallıklardan gelen bu iki şövalye, yalnızca bir aşkı değil, aynı zamanda bir yeminle bağlıydılar birbirlerine: “Işık sönene dek, birlikte savaşacağız. Ölüm bizi ayrı düşürse bile, lanet bile bizi bölemez.”

Kendilerine “Işığın Kalkanı” denirdi. Birbirlerine sırtlarını yaslayarak savaşırlardı. Kılıçları birbirine dokunmazdı ama birlikte döndüklerinde rüzgâr yön değiştirirdi. O gün, Zoratheia karşısında duran tek umut onlardı.

Savaş, bir çığlıkla başladı. Tanrıların bile zirvelerden izlemekle yetindiği o anda, Aereth kılıcını toprağa sapladı ve Serenya diz çöktü. İkisi birlikte bir dua mırıldandı. O duanın kelimeleri hâlâ bilinmez, çünkü kimse o anda hayatta kalmadı. Ama anlatılanlara göre, o sözlerde zaman bile eğilmişti.

Zoratheia’nın gücü, dağları un ufak edecek türdendi. Büyüyle beslenen bedeni, her darbeyi yeniden doğum gibi kabulleniyor, yara aldıkça güçleniyordu. Ama Aereth ve Serenya’nın içlerindeki bağ, büyüden bile eskiydi. Aşkları, tanrılar yaratılmadan önce de vardı, evren yok olsa bile sürecek kadar derindi.

Saatler mi geçti, yoksa günler mi bilinmez. Savaş alanı bir krater gibi oyulmuştu. Büyüler göğü deldi, yıldızlar bile düşmeye korktu. Nihayet, ikili, Zoratheia’nın kalbine aynı anda darbeyi indirdi. Ölümcül bir çığlık evreni sarstı. Zoratheia’nın bedeni ışıkla patladı.

Ama son büyüsü, kanla örülmüş bir lanetti.

Zoratheia, ölürken öyle bir fısıldama savurdu ki havaya… o fısıltı, rüzgârın dili oldu. Ve Elora’nın kaderini yazdı.

“Ellerinle dokunduğun her şey, yaşamdan utanacak.”

O anda Serenya dizlerinin üzerine çöktü. Aereth’in kolları titredi. İkisi birbirine baktı… gözlerinde sonsuz bir vedanın sükûneti vardı. Çünkü biliyorlardı. Kızları artık bir lanetle doğacaktı. Ve onlar, bu dünyadan silinmeden önce onun adını sadece bir kez fısıldayabileceklerdi: “Elora…”

Gökler ağladı o gün. Gözyaşları yağmurla aktı vadilere. Zoratheia öldü. Işık galip geldi. Ama aşk… bedelini ödedi. Ve o gece… sislerin arasında, bir bebek doğdu. Ağlamadı. Sadece gözlerini gökyüzüne çevirdi. Sanki yıldızları tanıyordu. Sanki daha doğmadan yitirmişti her şeyi.