Çevresinde olup bitene aldırış etmeden, yürüyen bir ölünün canlılığıyla adımlarını atıyordu. Hayatının henüz yaşamadığı kısmından pek bir beklentisi de yoktu. Böyle zamanlarda sevdiği şiirlerden birinin son mısrasını bilinçaltından çekip çıkarırdı “ölüyoruz demek ki yaşanılacak”. Bazı anlar bu mısra ile aklında savaş verirdi, bir an olur hayatı yaşamak gerektiğini söylediğini düşünür, başka bir an ise hayatın sadece ölene kadar geçirilen boşluk olarak yorumlardı. Tam şu an keskin rüzgarı yüzünde hissederken, olabildiğince “boşluk” olduğunu düşünüyordu hayatın. Ama en bilgeler bile geleceği bilemez ve o da bilmiyordu biraz sonra hayatının ne kadar değişebileceğini. Rüzgarın sinir bozucu soğuğundan kurtulmak için adımlarını hızlandırdı. En nihayetinde gelebilmişti merdivenlerin önüne. Uzunca ama dar kapıyı bitkinlikle açtı. Yerdeki tahtaların dikkat dağıtan ve sinir bozucu çizgilerine bakarak ilerledi. Bakışlarını ağır ağır kaldırdı, bir tuhaflık vardı. Masada olması gerekenden daha fazla kişi vardı. Kalabalıktan hiç hazzetmezdi. Masadakilere tek tek ve yavaşça göz gezdirdi. Tanıdığı herkesi gördükten sonra gözlerini en sona kalan yabancının olduğu tarafa çevirdiği anda bir insanın şiirden daha güzel olamayacağı inancı yıkıldı. Öyle ki yaratılışını hata olarak gördüğü insanlığın varoluş sebebini bulmuş gibiydi. Dünya üzerinde sadece kusurları, hataları ve çirkinlikleri görmeye alışmışken şimdi aklının alamadığı bu güzelliği görünce, şaşkınlıktan donup kalmıştı.
Bir yanıt yazın