Kategori: Hikayeler

Kısa hikayelerin yer aldığı kategoridir.

Kül ve Sevgi – Karakterler

Elora
Lanetten doğmuş, sevdiği her şeyi elleriyle yok eden genç bir kadın. Dokunamadan büyümüş, yalnızlığın karanlığında umut aramış bir ruh. Gözlerinde altın renkli bir hüzün, yüreğinde yanmadan sevmeyi öğrenmiş sessiz bir isyan var.

Kael
Kayıplarla yoğrulmuş bir savaşçı. Yemin ettiği yolda kötülüğe karşı tek başına yürümüş, ama Elora’nın sessizliğinde kendi huzurunu bulmuş bir adam. Dokunamasa da sevmiş, sevdiği için hiç düşünmeden yanmayı seçmiş.

Serenya
Elora’nın annesi. Gümüş zırhı ve ışıkla yoğrulmuş yüreğiyle tanrılara bile meydan okuyan kudretli bir savaşçı. Aşkı kadar ölümü de destanlara konu olmuş bir kutsal ana.

Aereth
Elora’nın babası. Altın miğferi ve gölgeleri yaran kılıcıyla adaletin son siperlerinden biri. Serenya’ya olan aşkı, savaş meydanlarını bile susturmuş bir kudret. Laneti kabullense de kızına düşen kaderi değiştirememiş bir baba.

Zoratheia
Karanlığın kraliçesi, büyünün en uğursuz hali. Yalnızca kötülüğü değil, umudu da söndüren kadim bir varlık. Ölürken bile bir lanet fısıldayarak Elora’nın kaderini mühürlemiş.

Kül ve Sevgi Bölüm V: Gözyaşının Küllerle Buluştuğu Yer

—En büyük fedakârlık, sevgiyi yaşatmak için kendini yakmaktır.

Bir ilkbahar sabahıydı.
Gökyüzü pürüzsüzdü. Deniz kıyısında hafifçe dans eden serin rüzgâr, çiçeklerin kokusunu taşırken güneş, usulca Kael ve Elora’nın üzerine düşüyordu.
Yanlarında sepet… içinde sade yiyecekler, birkaç eski kitap, ve tabii ki bir dal parçası.
Beraber yürürken o dalı tutuyorlardı yine.
İki âşık, bir dokunuşun bile haram sayıldığı bir dünyada, elleri değil ama kalpleri birleşmişti çoktan.

Elora, başını Kael’in omzuna dayayamasaydı da…
Onun yanında susabilmeyi bir mutluluk sayıyordu.
Ve Kael, o suskunluğu hayatının en güzel ezgisi gibi dinliyordu.
Zaman durmuş gibiydi.
Sanki dünya, bu iki ruh için bir günlüğüne savaşmayı bırakmıştı.

Ama kötülük, her zaman sabırla bekler.
Gölge, ışığın huzurunda da büyüyebilir.

Kael’i uzun süredir takip eden düşmanları, onu yalnız bir adam sanıyordu.
Ama artık Elora vardı. Ve onu korumak için Kael’in vereceği tepkiyi… hesaba katmamışlardı.
Pusu tam bir zekâ ürünüydü.
İki âşığın en savunmasız olduğu anda, o huzurlu günde…
…bir anda gökyüzü karardı.

Çalıların ardından çıkan savaşçılar… oklar, kılıçlar, zehirli bıçaklar…
Kael ilk darbeyi yediğinde gözleri Elora’yı aradı.
“Kaç,” dedi yalnızca. Ama Elora kaçmadı.
O lanetli ellerini kılıca uzatmak istedi.
Ama dokunamadı.

Savaş başladı.
Kael’in vücudu kısa sürede yaralarla doldu. Ama her bir yara, onu daha da güçlü kılıyordu.
Çünkü Elora arkasındaydı.
Ve sevgi, onun en keskin kılıcıydı.

Uzun süren çarpışmalardan sonra, düşmanlarının çoğu yere serildi.
Ama üç kişi kalmıştı.
Ve onlar, onurlarını kaybetmişti.

Elora’yı arkadan yakaladılar.
Kael tam dönecekken… bir çığlık.
Elora, uçurumun kenarına sürüklendi.
Ve sonra… boşluğa itildi.

Ama kader, ona tam düşmesine izin vermedi.
Elora, bir kayaya tutundu.
Parmak uçları taşlara kenetlendi. Ayakları boşlukta, yüreği Kael’deydi.

Kael, her şeyi unuttu.
Yaraları yoktu artık.
Acı, bedeninde değil, kalbindeydi.
Koştu. Öyle bir haykırdı ki…
Rüzgâr yönünü değiştirdi.

Elora’nın yanına geldi.
Göz göze geldiler.

“Elini verme,” dedi Elora. “Kael… lütfen. Beni kurtarma. Ölme.”
Ama Kael’in gözleri artık konuşmuyordu.
Onlar… vedalaşıyordu.

Ve o an…
Elini uzattı.
Elora’nın lanetli, yakıcı ellerini tuttu.
Ve onu yukarı çekti.

O an…
Sessizlik.
Sonra…
Duman.

Kael’in teni kavrulmaya başladı.
Elora çığlık attı. Ellerini çekmeye çalıştı. Ama Kael bırakmadı.

Onu yukarı çektikten sonra, ayakta durdu.
Titredi.
Ve sonra, yere diz çöktü.

“Elora…” dedi.
“Son anımda… seni görüyorum.”
“Gözlerin… bana cenneti gösteriyor.”
“Ben korkmuyorum.”
“Çünkü ölmek değil bu…”
Artık sana bakamayacak olmak.

Elora ağlıyordu.
Gözyaşları Kael’in yanağına damlıyordu.
Her damla… onun küle dönüşmesini hızlandırıyordu.
Ama Kael gülümsüyordu.

“Beni sevdiğin için teşekkür ederim,” dedi.
“Dokunamasak da… birlikteydik. Bu bana yeter.”

Son sözü bir fısıltıydı:
“Seninle yaşadığım her an, ölmeye değerdi.”

Ve Kael…
Elora’nın ellerinde…
küle dönüştü.

O günden sonra, Elora kimseyle konuşmadı.
Kael’in küllerini, en yüksek tepedeki bir ağacın altına gömdü.
Her gün, aynı dal parçasını eline alıp o ağacın gölgesinde oturdu.
Dokunamadı.
Ama baktı.

Ve bazen, gökyüzüne dönerken gözleri…
Kael’i tekrar göreceğini düşünür gibi, bir anlığına gülümsedi. Ama sonra o da sustu.
Çünkü bazı aşkların sonu…
bir suskunluktur.

Kül ve Sevgi Bölüm IV: Külün Arasında Açan Çiçek

—Dokunamıyorsan sevmek kolay değildir… Ama seviyorsan, dokunmaya gerek yoktur.

Kael, Elora’nın çevresinde rüzgâr gibi dolaşmaya başladı. Onu izledi, onunla yürüdü, bazen sadece gölgesine eşlik etti. Ve Elora, önce korktu. Çünkü alışık değildi yaklaşılmaya. İnsanlar ondan ya uzak durur ya da arkadan dua fısıldarlardı. Ama Kael farklıydı. O, korkmuyor… bekliyordu.

Günlerden bir gün, Elora manastırın bahçesinde yalnız otururken Kael sessizce yanına geldi.
Elinde ince, kuru bir dal parçası vardı.
Onun yanına oturdu ve dalın bir ucunu Elora’ya uzattı:
“Ellerini tutamam biliyorum,” dedi. “Ama belki bunu birlikte tutabiliriz.”

Elora önce gözlerine baktı. Gözlerinde ne acıma, ne merhamet vardı. Sadece kalmak isteyen bir adamın inadı vardı.
Ve o gün… o ilk dokunuş gerçekleşti.
Birbirlerinin ellerine değil, aynı dal parçasına dokundular.
İnce bir şeydi bu. Ama Elora’nın kalbine yıllardır ilk kez bir sıcaklık aktı.

Zaman böyle geçti. El ele değil, dal ucu uca yürüdüler.
Gölgelerinin bile birbirine değmediği günler yaşandı.
Ama içten içe… her şey değişiyordu.

Kael ona hikâyeler anlattı. Savaştığı diyarları, kurtardığı çocukları, kaybettiği dostları…
Ve Elora ilk kez gülümsedi.
Kael o gülümsemeyi gördüğünde dizlerinin bağı çözüldü. Çünkü o gülümseme, karanlığın içindeki en aydınlık şeydi. Ve yalnızca ona aitti.

Elora da Kael’e kendi hikâyesini açtı. Dokunamadan sevmenin nasıl bir azap olduğunu, birine yaklaşmaya çalıştıkça kendi lanetinin geri ittiğini anlattı.
Kael sadece dinledi. Yargılamadı. Tavsiye vermedi.
Çünkü bazı acılar, sadece duyulmak ister.

Birlikte çiçekleri izlediler. Kuşları saydılar.
Ve günlerden bir gün, Kael ona bir kavanoz içinde minik bir çiçek getirdi.
“Bu çiçek sana dokunamaz,” dedi. “Ama sen onu görebilirsin. Bu da bir bağ kurmaktır.”
Ve o çiçek, Elora’nın yatağının başucunda günlerce solmadı.

Geceleri göğe baktılar.
“Orada annemle babam var,” dedi Elora.
Kael başını eğdi. “Artık onlar da beni tanır,” dedi. “Çünkü seni sevdiğimi biliyorlar.”

Ve evet… Elora seviyordu artık.
Kael’in sesini bekliyordu sabahları.
Gözlerinin içini arıyordu konuşurken.
Dokunamasa da, onunla yan yana durduğunda dünya daha az sessiz geliyordu.

Onlar için sevgi, bir kelime değildi.
Bir dal parçasıydı.
Bir bakış, bir duruş, bir suskunluktu.
Ve bazen… sadece aynı anı birlikte yaşamak bile yetiyordu.

Ama Elora’nın kalbinin bir köşesinde hep o sızı vardı:
“Bir gün bana dokunmak zorunda kalırsa… ve ölürse…”

İşte bu düşünce, her gece Elora’nın yorganının altında gizlice ağlamasına neden olurdu.
Kael’in ellerini tutmak istemiyordu sadece…
Onu hayatta tutmak istiyordu.

Kael ise bu sızıyı biliyor, ama hiçbir zaman bahsetmiyordu.
Çünkü o, Elora’ya umut olmak istemişti; endişe değil. Aşkları büyüdü.
Ama her aşk gibi, onlarınki de…
sınanacaktı.

Kül ve Sevgi Bölüm III: Kılıçtaki Yemin

—Kimi insanlar karanlıkta doğar ama aydınlığı seçer. Çünkü ışık, onların içinde susmayı bırakmaz.

Kael…
Adı önce fısıltılarla yayıldı. Ardından yankıya dönüştü. Sonra kılıçlara kazındı.
Ve nihayet, düşmanın bile adını andığında tereddütle nefes aldığı bir kahraman oldu.

Ama o kendine hiçbir zaman kahraman demedi. O sadece yürüdü.
Ölümün hüküm sürdüğü yerlere…
Karanlığın kök saldığı topraklara…
Çocukların ağladığı, anaların sustuğu, göğün utandığı yerlere…

Çünkü o bir yemin etmişti.
Henüz on iki yaşındayken, ailesini bir iblis tarikatının alevlerinde kaybetmişti. Gözlerinin önünde kavrulan bedenlerin çığlıkları hâlâ rüyalarında yankılanır. O gün, kendi elleriyle küller arasında bulduğu paslı bir hançeri alıp kalbine bastı:
“Karanlık her neredeyse, ben de oradayım. Her kötülüğü sökene dek gözüm dinlenmeyecek.”

Yıllar geçtikçe Kael, yalnızca bir savaşçıya değil; bir simgeye dönüştü. Düşmanlarının onun için kullandığı bir lakap vardı: “Gölgeleri Yararak Gelen”
Çünkü o, gecenin içinden yürüyüp şafağa ulaşırdı.
Kılıcı, sıradan bir metal değildi. “Fırtına Kesen” adı verilen bu silah, kendi nefesini tutan bir çelik parçası gibiydi. Hışırtısıyla bile düşmana gözdağı verirdi. Sapı, meşe ağacından oyulmuş; üzerinde ailesinin kömürle dağlanmış simgeleri vardı. Asla parlatılmaz, asla gösterilmezdi. Çünkü Kael için gösteriş değil, gerçek yaralar konuşurdu.

Peki ya Kael’in kendisi?
O da kılıcı kadar vakur, ama içinde derin yarıklar taşıyan bir dağ gibiydi.

Boyu uzun, duruşu dimdikti. Sırtı hep yük taşımış gibi hafifçe eğikti ama gururundan değil; geçmişin ağırlığındandı. Omuzları genişti, ama o genişlikte bir tek sükûnet taşırdı. Zırhı sadeydi, ama üzerinde sayısız kesik izleri vardı —her biri ayrı bir savaşın sessiz anıtı.

Yüzü…
Savaşla yoğrulmuş bir yüzdü. Sağ kaşının kenarında, çocukken aldığı bir darbenin izi hâlâ dururdu. Burnu düz değil, hafifçe sağa kaymıştı. Yüz hatları sertti, ama gözleri… işte orada bir kırılganlık gizliydi.
Kael’in gözleri ne tamamen siyahtı ne de kahverengi…
Karanlıktan çıkmış, ama ışığa dönmüş kömür parçaları gibi bir renk.
İçinde geçmişin külleri ve geleceğin isyanı vardı.

Saçları koyu kestaneydi, omzuna kadar uzanırdı ama genellikle ensede bir deri iplikle bağlardı. Sakalı düzensizdi; çünkü onun için zaman bir düşmanla daha fazla yüzleşmek demekti, ayna karşısında oyalanmak değil.

Konuştuğunda sesinden gecenin tonları dökülürdü. Derinden, yavaş ve düşündürerek konuşurdu. Her kelimesi sanki bir karar gibi ağırdı. O konuşurken herkes susardı. Çünkü Kael, boş konuşmazdı. Bir şey söylüyorsa, o şey ya bir gerçeği parçalardı ya da bir yüreği.

Ve Elora’yı ilk gördüğünde, işte bu yürek ilk kez titredi.

Onu uzaktan gördü. Elleri eldivenli, gözleri gökyüzüne dönük, yanından geçerken bile rüzgârın yönünü değiştiren bir kız…
Elora.

Kael, onu ilk kez bir tepenin yamacında, yalnız bir ağacın altında, bir çiçeğe bakarken gördü.
Dokunmuyordu. Sadece bakıyordu. Ama öyle bakıyordu ki, o çiçek solmuş gibiydi.
Ve Kael anladı: Bu kız, dışarıdan bakıldığında sessizdi… ama içinden bir ordu geçiyordu.

O günden sonra Kael’in kalbindeki bütün savaşlar sustu. Çünkü artık içinde yeni bir cephe açılmıştı: Sevgi.
Ama bu sevgi, kolay kazanılacak bir savaş değildi.
Çünkü düşman, Elora’nın elleriydi.
Ve silah… yalnızlıktı.

Kael, yine de geri adım atmadı. Çünkü o güne kadar hep karanlığı öldürmüştü. Ama şimdi… içindeki en derin korkuyu ilk kez hissediyordu:
Sevdiği kadının kendisine dokunamaması. Ama kader oynamayı severdi.
Ve oyun henüz yeni başlamıştı.

Kül ve Sevgi Bölüm II: Külün Gölgesinde Büyüyen Kız

—Ellerin öldürse bile, gözlerin hâlâ umut taşıyorsa, sen hâlâ insansındır.

Elora…
Adı fısıldandığında bile rüzgâr yavaşlardı. Çünkü o, kaderin bütün ihtimallerini bir tek gerçeğe hapseden bir varlıktı: Yalnızlık.

Dünyaya gözlerini açtığında, annesiyle babası çoktan birer yıldız olmuştu gökyüzünde. Geriye yalnızca yanık zırh parçaları, kılıç sapları ve efsaneler kalmıştı. Elora’ya kalan ise, lanetin soğuk nefesiydi.

Onu büyütenler, bir manastırın keşişleriydi. Elini kimseye değdirmemesi için özel eldivenlerle dolaştırdılar. O daha emeklerken, başparmağıyla bir kelebeğe dokunduğunda kanatlarının nasıl kavrulup yok olduğunu gören keşişler, gözyaşlarını sessizce yutmuştu. Elora ağlamamıştı o an. Çünkü ne olduğunu anlamamıştı. Ama yıllar geçtikçe, her temasın ardından gelen sessizlikleri, çığlık kadar iyi tanıyacaktı.

Ve sonra… gözleri büyüdü. Büyüdü ama hiç çocuk kalamadı.
Elora, güzelliğin trajik hâliydi. İnce ve uzun yüz hatlarında annesinin zarafeti, kaşlarının altında babasının kararlılığı vardı. Saçları göğsüne kadar inen ve geceyle yarışan bir siyahlıktaydı. Ama o saçların arasında, güneş her zaman kaybolmuş gibi dururdu. Teninde soluk bir mermer beyazlığı vardı —sanki güneş onu hiçbir zaman tam sevmemişti. Dudakları inceydi, ama konuşmadığı sürece kimse onların varlığını anlamazdı. Çünkü Elora, konuşmaktan çok susmaya meyilliydi.

Ama gözleri…
Gözleri öyle bir altınla bezenmişti ki, bakan herkes sanki içinde kaybolur sandı. O gözlerde annesinin son duası, babasının son bakışı, lanetin ilk yankısı vardı. Sarı değil, kehribar değil… ama sanki tanrılar “ışık” denen şeyi iki küçük küreye hapsetmişti de, Elora’nın göz çukurlarına yerleştirmişti. Ama o gözlerde sürekli bir suçluluk taşınırdı. Çünkü neye baksa, içten içe özür dilemeye hazır gibiydi.

Elora’nın yürüyüşü bile ürkekti. Parmak uçlarında gezerdi manastırın taş koridorlarında. Sanki toprağa bile fazla bastığında bir şey ölecekmiş gibi hissederdi. Bu yüzden onun adımları asla iz bırakmazdı.

Çocukken çiçekleri çok severdi. Onlara uzaktan bakar, isimlerini öğrenirdi. Lâtince adlarını tek tek ezberlerdi. Ama dokunmazdı. Çünkü denemişti. Bir gün… bir yaprağa sadece ucuyla dokunmuştu. Ve o yaprak, içten içe kararıp kıvrılmıştı. Sanki utançtan içine kapanmıştı.

Bu yüzden Elora sevmeyi öğrenmeden, sevmekten korkmayı öğrendi.

Ona anne ve babasını anlatan çok oldu. Ozanlar geldi, diyarlardan.
Derlerdi ki; Serenya bir seher vakti düşman ordularını tek başına dağıtmıştı. Bir yıldırım gibi inmişti savaş alanına. Altın zırhı, sabah güneşini kıskandıracak kadar parlaktı.
Aereth ise efsaneler arasında “gölgeleri biçen” olarak anılırdı. Karanlık ne zaman çökerse, onun kılıcı o karanlıktan bir yol açardı. Onlar birlikte savaşa çıktığında, ozanlar bile lütfedip susardı. Çünkü kelimeler yetmezdi o ikiliyi anlatmaya.

Birlikte dövüştüklerinde şarkılar yazıldı. Lirikler, lejandlar, balatlar… Bazı diyarların çocukları ninnilerinde onların isimlerini fısıldardı.

Ama Elora…
Ne annesinin zırhını giyebildi.
Ne babasının kılıcını kaldırabildi.
Ne de onların izinde yürüyebildi.

Çünkü onun elleri, ölümdü.

Ve halk…
Ona karışık duygularla baktı. Bazıları korktu. “Cadının laneti,” dediler.
Bazıları acıdı. “Zavallı çocuk,” dediler.
Ama kimse yaklaşmadı. Kimse gerçekten sevmedi. Çünkü sevgi, dokunmak ister. Ve Elora’nın dünyasında, dokunmak… bir ayrılıktı.

Yine de Elora her gece göğe bakardı. Orada, anne ve babasının yıldızlara dönüştüğüne inanırdı.
Ve bazen rüzgâr fısıldar gibi olurdu: “Kızım…”
Gözlerini kapar, saçlarını savurur, sessizce beklerdi.
Belki bir gün, bir mucize olur da… o yıldızlardan biri yere inerdi.
Belki… ellerine zarar vermeden bir kalbe dokunabilirdi.

Belki. Ama o gün çok uzaktaydı.
Henüz yalnızlık, Elora’nın en yakın yoldaşıydı.
Ve kaderin kalemi, daha mürekkebe batırılmamıştı.

Kül ve Sevgi Bölüm I: Göklerin Öfkesinde Doğan Savaş

—Tanrıların bile başını çevirdiği, karanlığın kutsandığı o gün…
Dağların kemikleri çatlamıştı o sabah. Gök, üst üste çökmüş bulutlardan örülmüş kara bir kefeni anımsatıyordu. Rüzgârlar yönünü şaşırmış, toprağın damarlarında isyanla dolaşıyordu. Karanlık, yıllar boyu derinliklerde büyüyen bir tümör gibi, artık yüzeye taşmak üzereydi.

İşte o gün, kadim zamanlardan beri yalnızca efsanelerde bahsi geçen Zoratheia —ölümün ruhuyla ant içmiş, ışığı tırnaklarının arasında ezen büyücü kraliçe— yer altından yükseldi. Onun gelişiyle birlikte doğa susmuştu. Ne kuşlar ötmüş, ne rüzgâr bir yaprağı kımıldatmıştı. Yaşam nefesini tutmuştu. Çünkü o, sadece kötülüğü getirmiyor; umudu da tüketiyordu.

Ve işte tam da bu anda, göğün en kudretli yıldırımları iki bedenin üzerine düştü. Biri altın zırhı gece kadar kara saçlarıyla sarmalanmış Aereth, diğeri gümüş miğferin altındaki gözleriyle gökyüzüne karşı duran Serenya’ydı. Onlar… Elora’nın anne ve babasıydı.

Soylu krallıklardan gelen bu iki şövalye, yalnızca bir aşkı değil, aynı zamanda bir yeminle bağlıydılar birbirlerine: “Işık sönene dek, birlikte savaşacağız. Ölüm bizi ayrı düşürse bile, lanet bile bizi bölemez.”

Kendilerine “Işığın Kalkanı” denirdi. Birbirlerine sırtlarını yaslayarak savaşırlardı. Kılıçları birbirine dokunmazdı ama birlikte döndüklerinde rüzgâr yön değiştirirdi. O gün, Zoratheia karşısında duran tek umut onlardı.

Savaş, bir çığlıkla başladı. Tanrıların bile zirvelerden izlemekle yetindiği o anda, Aereth kılıcını toprağa sapladı ve Serenya diz çöktü. İkisi birlikte bir dua mırıldandı. O duanın kelimeleri hâlâ bilinmez, çünkü kimse o anda hayatta kalmadı. Ama anlatılanlara göre, o sözlerde zaman bile eğilmişti.

Zoratheia’nın gücü, dağları un ufak edecek türdendi. Büyüyle beslenen bedeni, her darbeyi yeniden doğum gibi kabulleniyor, yara aldıkça güçleniyordu. Ama Aereth ve Serenya’nın içlerindeki bağ, büyüden bile eskiydi. Aşkları, tanrılar yaratılmadan önce de vardı, evren yok olsa bile sürecek kadar derindi.

Saatler mi geçti, yoksa günler mi bilinmez. Savaş alanı bir krater gibi oyulmuştu. Büyüler göğü deldi, yıldızlar bile düşmeye korktu. Nihayet, ikili, Zoratheia’nın kalbine aynı anda darbeyi indirdi. Ölümcül bir çığlık evreni sarstı. Zoratheia’nın bedeni ışıkla patladı.

Ama son büyüsü, kanla örülmüş bir lanetti.

Zoratheia, ölürken öyle bir fısıldama savurdu ki havaya… o fısıltı, rüzgârın dili oldu. Ve Elora’nın kaderini yazdı.

“Ellerinle dokunduğun her şey, yaşamdan utanacak.”

O anda Serenya dizlerinin üzerine çöktü. Aereth’in kolları titredi. İkisi birbirine baktı… gözlerinde sonsuz bir vedanın sükûneti vardı. Çünkü biliyorlardı. Kızları artık bir lanetle doğacaktı. Ve onlar, bu dünyadan silinmeden önce onun adını sadece bir kez fısıldayabileceklerdi: “Elora…”

Gökler ağladı o gün. Gözyaşları yağmurla aktı vadilere. Zoratheia öldü. Işık galip geldi. Ama aşk… bedelini ödedi. Ve o gece… sislerin arasında, bir bebek doğdu. Ağlamadı. Sadece gözlerini gökyüzüne çevirdi. Sanki yıldızları tanıyordu. Sanki daha doğmadan yitirmişti her şeyi.

© 2025 Yavuz_bey

Theme by Anders NorenUp ↑